Aile Dizimini Türkiye’de başlatan kişi yazdı: Aslında her şey seninle başladı!

Haberi paylaşın...

İki haftadır Netflix’te yayınlanan Zeytin Ağacı dizisinin ana teması olan aile dizim terapileri ile ilgili konuyla ilgili hiçbir eğitimi, bilgisi …

Aile Dizimini Türkiye’de başlatan kişi yazdı: Aslında her şey seninle başladı!
Haberi paylaşın...

İki haftadır Netflix’te yayınlanan Zeytin Ağacı dizisinin ana teması olan aile dizimi terapileri  tartışılıyor. Yıllar önce  ülkemizde aile dizimini ilk başlatan Dr. Mehmet Zararsızoğlu ile ilk röportaj yapanlardan biriydim o tarihte. Konuyla ilgili sorular sorarken çok da anlamadığım için anlamamı sağlamak için masanın üzerindeki minik oyuncakları göstererek “aileni dizer misin bunlarla dedi. Ben de çekirdek ailemi yerleştirdim ve söylediklerine çok şaşırdım. Birkaç cümle ile beni ve ailemi doğru tanımlamıştı. O zamanlar çok bilinmeyen Aile Dizimi  yöntemini Zeytin Ağacı adlı diziyle birden çok konuşulur oldu. Üstelik herkes uzmanlık yarışına girdi, adım başı aile dizimi seansı yapılıyor deyim yerindeyse…

Biz de  bu terapiyi  Türkiye’de ilk başlatan  Psikiyatr Mehmet Zararsızoğlu dediklerine kulak verdik…

Ülkemizde aile dizimini ilk başlatan Dr. Mehmet Zararsızoğlu dizi ve aile dizimi hakkında şunları söyledi:

Günlerdir aile dizimi ile ilgili sorular ve medyanın yoğun röportaj talepleri ile karşı karşıyayım, bu alanda kontrolsüz bir uygulayıcı kalabalığı olduğundan uzun süredir kendimi bilinçli olarak geri çektim. Yoğunluktan dolayı ofis telefonlarımıza cevap veremez hale geldik yine de bize ulaşan herkesi olabildiğince bilgilendirmeye çalışıyoruz, arzu edenler bugüne kadar yaptığım yayınları da izleyebilirler.

 

Psikolojide nesiller arası aktarım-geçiş tabii ki kişinin otobiyografik öyküsünün yanı sıra oldukça önemli bir konudur. Psikoloji ve psikoterapi alanındaki kırk yıllık meslek hayatımdaki tecrübelerim ve klinik gözlemlerim sonucu bu çalışmayı ancak psikoloji veya psikiyatri eğitimi ve mesleki tecrübesi olan ve bunu psikoterapiye entegre etme yetkinliği olan kişilerce yapılmasını doğru ve anlamlı buluyorum. Ve bunun sadece bir dizim açarak değil, uygulayıcı uzmanın bütüncül verdiği danışmanlık-psikoterapi sürecinde nesiller arası aktarımın kişideki olası biricik etkilerini gözden geçirirken ele alınması gerektiğini düşünüyorum. Aksi takdirde ayağı çok yere basmayan doğrusalcı bir yaklaşımla kişilerin, eğer uygulayıcı yeteri kadar uzman değilse, iyileşmek yerine o çalışmadaki tetikleyicilerle retravmatize olma olasılığı da yükselecektir.

Herkese aynı ritülellerle, toptancı bir çözüm ASLA mümkün değildir. 

İnsanlara olmayacak şeyleri vaat etmenin etik ve ahlaki değerlerle bağdaşmadığını düşünüyorum, keşke her şey bu kadar kolay olabilse ve sorunlar bir dizim, bir farkındalık veya herhangi bir psikoloji yöntemi ile tek başına halledilebilseydi. Sadece aile dizimi değil yapılan tüm kolaycı ve toptancı çözümlerin insanın fıtratındaki biricikliği de total olarak göz ardı etmek olacağını düşünüyorum. Ama tabii ki geçmişin acı dolu travmaları bize büyük ebeveynlerimiz, anne babamız, akrabalarımızın gözlerinden yapmış olduğumuz aynalamalarla, seslerindeki tını, prozodi ile, neyden korkmam, neye ne kadar üzülmem, neden utanmam, nerede ne kadar öfkelenmem gerektiği ile aracı olurlar ve bizim sosyal beynimiz tüm bunları ilk altı yaşımızda çok kuvvetli bir şekilde depolar, buna özgün sinir sistemimizde linklemeler olur. Bu altı yaş sonrası yakın çevremiz ve daha uzak çevremiz aracılığıyla olası kuvvetlenerek ya da bazıları olumlu yaşantısal tecrübelerle silinerek, değişip dönüşerek başka nöronal ağlara evrilir. Böylesi çalışmalarda bu bilgilere sahip olmayan uygulayıcı doğal olarak işin sihrine aldanıp toptancı geçmişi sadece yad ederek, onurlandırarak “ânı” değiştireceğini zanneder.

Genel anlamda duygu durumunu düzenlemeye hizmet edecek ritüellerin uygulanmasında bir sıkıntı görmüyorum ancak resmi bütünde görme yetim yoksa şifa, yardım arayan danışanı kendi erişemediğim, göremediğim yerin ötesine de taşıyamam!

Üç çeşit kişilik örgütlenmesi vardır, bunlar genel ana örgütlenmelerdir.

1. Psikotik Örgütlenme

2. Kişilik Bozuklukları örgütlenmesi (Borderline, Narsisistik Bozukluğu, Şizoid

Bozukluğu)

3. Nevrotik Örgütlenme (Nevrozlar) Kendilik bütünleştiğinde kişi nevrotik düzeydedir.

Kişi borderline düzeyden nevrotik düzeye gelmeden sonuç alacak psikolojik bir çalışma bile mümkün değildir. Dolayısıyla bu bilgileri bilme ve uygulamada ayrıştırma özelliği kazandıran bir eğitim almamış bir uygulayıcının ne kendi kişilik örgütlenmesi ne de yanına alıp dizim açtığı kişinin o anki kişilik örgütlenmesi ile bilgi sahibi olması doğal olarak mümkün değildir. Bu ayırıcı tanıları yapabilmekten uzak bir uygulayıcı çalıştığı herkesi aynı küfeye koyarak yardım etmeye çalışacaktır.

Tehlikeli olan da böylesi durumlardır.

Yalnızca psikoloji alanında lisansüstü eğitimleri almış ve hatta psikoterapi ek eğitimleri olan uygulayıcılar, hadlerini aşmadan yardım etmenin doğal düzenlerine vakıf olarak nerede durmaları gerektiğini ve konuyu nasıl ele alması gerektiğini bilerek yardım edecektir.

Newton fiziğinden kuantuma geçtiğimiz günümüzde “Gözleyen her şey gözlenenden etkilenir” olgusu vardır.

GÖZLENEN GÖZLEYENDİR  DOLAYISIYLA ÇOKLU GERÇEKLER VARDIR. BİZ SİSTEM GEREĞİ SÜREKLİ GERÇEKLER İNŞA EDERİZ ve bunlara HAKİKAT muamelesi yaparız.

Bu arka plandan yoksun yapılan dizimlerde de danışan uygulayıcı ve temsilciler sürekli işleyen ve yönetenin algısı ve yönlendirmelerini gerçek-hakikat gibi işlemler. Bu çok tartışmalı ve izana mecbur bir durumdur.

Bert Hellinger konusuna da burada kısaca değinmek istiyorum.

Öncesinde yaptığım sayısız açıklamalara rağmen ülkemizde Hellinger’in hiç kimseden etkilenmediği ve tüm bu bilgileri tek başına oluşturduğu gibi bir akıl tutulması görüyorum. Hellinger, Viyana’da aldığı yedi yıllık psikanaliz eğitimi sonrası Almanya’da yapmaya başladığı çalışmalarda onunla birlikte, içinde naçizane benimde bulunduğum, psikiyatrist ve psikoterapistlerden oluşan çekirdek bir grupla hareket etti.

Hellinger’i ve kurmaya çalıştığı metodu, ki buna bilimsel olarak KURAM denilemez, bu çekirdek grubun desteği ile önce Almanya’da sonra diğer ülkelerde bilinir hale getirdi.

Ancak 2000’li yılların bir noktasında bu grup yollarını Hellinger’den ayırdı. Başlangıçtaki sistemik bütüncül yaklaşım yerini aşırı bir ezoterizme bıraktı ve yanında bunu sorgusuz sualsiz kabul eden ağırlıklı alan dışı kişiler kaldı ve Hellinger Sciencia adı altında tarikatlaşma çalışmaları yapılmaya başlandı. Sonrası malum ayrılıklar ve Almanya’da itibar azalmaları başladı.

Hellinger’in “Familien Aufstellung” olarak adlandırdığı bu yöntemin kendinden önceki pek çok yöntemden etkilenilerek ortaya çıkarıldığını biliyoruz. Örneğin, Invisible Loyalties – Görünmez Bağlılık-Sadakat adlı kitabını 70’li yılların başında yazan Macar-Amerikalı bir psikiyatrist ve aile terapisi alanının kurucularından biri olan Ivan Boszormenyi-Nagy’nin çalışmaları ve katkılarından özellikle “bağlam, güven, sadakat, sadakat çatışmaları, sadakati bölme, adaletin terazisi, ebeveynlik, yapıcı meşruiyet, yıkıcı meşruiyet, etik” gibi geliştirdiği kavramlar Hellinger için çok güçlü bir esin kaynağı oldu. Hellinger ayrıca Virginya Satir’in Aile heykeli ve Moreno’nun Psikodrama çalışmalarından itiraf etmese de önemli ölçüde etkilendi ve faydalandı.

Şimdi Zeytin Ağacı dizisi ile birlikte herkesin “çocuk ruhu” ile aslında özünde bir misyoner ve din adamı olan Hellinger’i nasıl abartılı bir şekilde “ululaştırdıklarını” görüyorum.

Bunu da biraz tuhaf bulduğumu söylemeliyim. Hellinger vefat ettiğinde bu hesabımdan onu yad eden ve psikoloji dünyasına katkılarından dolayı onurlandıran bir yazı kaleme almış biri olarak bunların da bilinmesi gerektiğini düşünüyorum. Psikoloji’de bir söylem vardır. Kuramcının kendinden bağımsız, yani onun kişilik öyküsünden ve buna yönelik gelişen kişilik örgütlenmesinden bağımsız bir kuram yoktur. Bunun nasıl Freud, Jung, Adler, C. Rogers vb. gibi isimler için bir karşılığı varsa Hellinger için de var.

Avrupa ve Amerika’da nörobilim ile psikoterapinin artık olmazsa olmaz bir şekilde iç içe geçtiği ve modern psikolojinin yanına maneviyatın kuvvetli bir şekilde eklemlendiği bir gerçeklik mevcut.

Örneğin Almanya’da bilişsel davranışçı ekolün önde gelen temsilcilerinden ve ülkemizde de yaygın olarak kullanılan “Şema Terapinin” kurucularından olan Psikiyatri Profesörü ve Nörolog Dr. Eckhard Rödiger, çalışmalarında ve kitaplarında Rudolf Steiner’in Antropozofi eserlerinden ve Zenbudist öğretiden maneviyatı psikoterapiye başarıyla entegre etmiştir.

Yabancı uzmanlar kendi köklerinden ve o topraklarda yetişmiş kadim öğretilerden ve bilge insanlardan gocunmadan ilham alıp bunları çalışmalarına dahil ederken, burada ki uygulayıcıların, Hellinger tapınması içinde olmalarını, yapılan ritüellerin büyük bir kısmının halen Katolik Hristiyan inançlardan esinlenerek yapılmasını, büyük bir eksiklik ve problem olarak görüyorum. Bizim topraklarımızdaki Anadolu irfanını yok sayarak ya da görmezden gelerek Batı’dan, Hint kültüründen, Uzak Doğudan gelen öğretilere meftun olurken Mevlana, Yunus Emre, Hacı Bektaş-ı Veli, Muhyiddin İbnü’l-Arabi ve daha nicelerinin insan ve hayat öğretilerine bakar kör olmayı izana mecbur bir konu olarak belirtmeliyim.

Bu durum aile dizimi yönteminde köklerin önemi ilkesine de oldukça ters düşmektedir.

Hellinger’in o dönem Almanya’da psikoloji alanındaki uzmanlar tarafından oldukça önemsenen en önemli kitaplarını Türkçeye kazandıran birisi olarak, dizide referans alınan Seninle Başlamadı kitabı ile ilgili yorum yapmam gereken bir durum yok.

Sadece bir uzman ve psikoterapist olarak mesajım “aslında her şey seninle başladı” olacaktır.

Benim inancım psikolojik bozuklukların altında kişinin gerçek kendini inşa etmekten korkması, sahte yetişkin kendiliğin esiri olması, başkalarının gözünde kendini var etmeye çabalamasıdır. Bunların geçmişin bir tür hasarlı bağlanma tecrübelerine istinaden gelişen reaksiyonlar olduğunu görüyorum.

Kişilik dediğimiz şey dışarıdan gözlemlenebilir ama varlığı tanımlayan “Kendilik” (SELF) ise içeriden hissedilir. Kendilik içinde kırılgan vs. olabilir ama kişilik narsisistik ya da border olabilir.

Şahsım da dahil her birimizin iki hayat sürdüğünü düşünüyorum. Bir yetişkin kendiliğimizin içinde, bir de sosyal beynimize çocukluktaki acı, yoksunluk vs. gibi durumlar sonucu oluşan kaydolmuş, ayarı bozulmuş duygularımızın an itibarıyla yaşadığımız tetiklenmeler sonucu geliştirmek zorunda kaldığımız daha sahte, öz kendiliğimize yabancılaştırmak zorunda kaldığımız sahte yetişkin kimliğimizin içinde iken yaşadığımız hayat.

Ama çoğumuz sanki tek bir hayat yaşıyormuşuz gibi düşünüyor ve davranıyoruz. İyileşmek olgunlaşmak, kendini yaşadığımız tüm hayatlarla çocukluk ve nesiller arası geçişle devraldıklarımızla bilmek, farkında olmak demektir. Olgunlaşma kendimizi olduğu gibi kabul edebilmek demektir. Kendimizi onaylamak demektir. Bu olduğunda içimizden geçmiş dönem ile ilgili ne kadar fütursuz davranmışsanız davranın onu da bağışlayıcı ve affedici bir duyguyla olur.

Her çocuk yerleşik bir kendilikle (self veya çekirdek-öz) ve uzun bir süre karşılanması elzem duygusal ihtiyaçlarla doğar. Bu yerleşik öz çocuklukta yakın ötekilerin özellikle anne, baba ve yakın çevrenin olumsuz etkileriyle gelişimi durabilir, sakatlanır veya gelişim sekteye uğrar.

İşte bu durumun yarattığı acı, yoksunluk veya sosyal beyine kodlanan korku ve tehlikeleri bertaraf etmek için yabancı bir sahte kendilik geliştirmek zorunda kalır. Bu bizi belki hayatta tutar, profesyonel hayatta başarılı yapar, ama hayatın içinde olmaktan ve kendi yerleşik benliğimizi yaşamaktan da bizi alıkoyar.

Çekirdek Öz- Yerleşik Öz (Self)

Bu öz insanın fenomenidir veya fenomenolojik yapısıdır, özüdür. Ve biriciktir, emsali yoktur, parmak izi ve göz irisinin ikinci bir örneği yoktur. Ve aslında hepimiz bilmediğimiz ve hep korktuğumuz kendi olmak, kendini bulmak ve gerçekleştirmek hakkıyla, potansiyeli ile dünyaya fırlatılırız. Geçmişin izlerini taşımak veya birinin hayatını alıp kopyalamak ve devam ettirmek için değil. Bu anlamda ben “seninle başlamadı” yerine her şey “seninle başladı” diye düşünüyorum.

Bunu keşfetme ve kendine sahip çıkmak ve kendi hayatını bu olgunlaşma ile yaşamak belki de bulmakta zorlandığımız varoluşumuzun ana teması olabilir.

İnsanoğlu karşılıklı etkileşim halinde olan dinamik bir yapıdır. İki insan karşı karşıya geldiğinde mutlaka gözleyen gözlenendir de. İkisi birbiriyle ilişkiye girdiği andan itibaren, ilişkinin biraz önceki doğası bozulur, zihinsel yapı değişir, birbirlerini etkileyen bir sistem olur. Bende varoluşçu üstatlarım gibi düşünüyorum, temel anksiyetemiz, var olma anksiyetesidir. Varlık ölecek!

Bu anksiyetenin çeşitli ve farklı görünümleri, diğer anksiyeteleri üretir. Bizler bu dünyaya atılmış ya kendini bulacak ya da bulamadan karmaşa ve kaos içinde göçüp gidecek varlıklarız! Nereden geldiğimiz, nereye gideceğimiz belirsizdir. Bildiğim tek şey buraya atıldığımızdır. Hayatın bir kendini bulma ve olgunlaşma süreci olduğunu düşünüyorum.

Genellikle biz modern insanın bulduğu yol, ölümü yok sayarak, farklılaştırarak, anlam değişikliğine uğratarak kendimizdeki bitme duygusunu ortadan kaldırarak tedbir almak zorunda hissetmemiz. Oysa ölüm bizim önümüzde. Ölüm ile yeni bir ilişki ve bağ kurmak zor bu konunun da psikoterapinin günümüzdeki temel konularından biri olması gerektiğini düşünüyorum.

Bu saptamalar sonrası iki grup insan görüyorum:

Bir grup insan; Kendisi ile barışık, gerçekten kendini inşa eden ve hayatı mümkün mertebe çoşku ile yaşayan insanlar ölümü içtenlikle kabul edebilecek bir olgunluğa zaten ulaşıyor. Bu insanların kendileri ile hesaplaşmalarında “Hayat böyle bir şeymiş ve ben elimden geleni bana özgü gereğini yaptım kendim için biriciğim ve özelim. Dostlarım, ailem ve çevrem ile elimden geldiği kadar bu hayatı kurdum ve yapabildiğim kadarıyla yaptım.

Diğer grup insan ise; hiçbir zaman kendini hayatın önüne koyamayanlardan oluşuyor. Hep başkalarını memnun etmek, onların gözüne girmek için, onay, sevgi, ilgi almak için uğraşmışlar. Başkalarının sıkıştırmasından, aşağılamasından, değersizleştirmesinden veya terk etmesinden aşırı korkarak, kendi duygularını, düşüncelerini ve davranışlarını hayata taşımadıklarını görüyoruz. Ve kendileriyle ilgili “evet ben bir gün yaşayacağım, günün birinde şöyle yapacağım’ dediğinde, hayatı ötelediklerini ve gelecekte bir yaşamda kendilerini gerçekleştirmeyeceklerine dair derin bir hisle, hep bugünü yok ettiklerini fark ediyorlar. O, gelecekte yaşayacakları hayatın olmadığını ve bittiğini anladıklarında büyük bir yıkım ile depresif hallerle karşı karşıya kalıyorlar.

Görüşlerimi Yalom’dan bir alıntı ile noktalamak istiyorum: Siz kendinizi gerçekleştirmek için mi varsınız yoksa sahte, yalan bir dünyada, kendinizi kandırmak ve başkalarını memnun etmek için mi varsınız? 

Varoluşçu psikoterapinin en önemli isimlerinden biri olan Yalom bu soru ile aslında varoluşsal anksiyete için çıkış yolu aramıştır.

İnanın “her şey sizinle başladı” ve hiçbir zaman geç değil.

Yeter ki belki de yaşamınızda bugüne kadar size hak ettiğiniz halde hiç kimsenin gösteremediği özen ve sabrı göstererek kendinize ve “VARLIĞINIZA” sahip çıkabilirsiniz.

Mehmet Zararsızoğlu Kimdir?

Zararsızoğlu eğitim ve mesleki hayatının yirmi yılını Almanya’da geçirmiş ve 1999 yılında özel bir hastanenin psikoloji bölümünü kurmak ve meslek hayatına devam etmek üzere Türkiye’ye dönmüştür. 2001 yılından beri çalışmalarını kendi kurduğu danışmanlık merkezinde ve farklı platformlarda sürdürmektedir.

Zararsızoğlu, Berlin Teknik Üniversitesi Psikoloji, Pedogoji ve Sosyoloji bölümlerinden mezun olmuştur. Uzman Psikolog kimliği yanında her üç ana dalda yüksek lisansını da aynı üniversitede tamamlamıştır.

Uzmanlık eğitimlerini psikoterapinin farklı alanlarında devam ettirmiş, Sistemik-Entegratif Aile Terapisi, Derinlik Psikolojisi Temelli Psikoterapi, Davranış Terapileri, Hipnoterapi, Duygu Odaklı Terapi, Çocuk-Ergen Psikoterapisi, Transaksiyon Analizi alanlarında ihtisas yapmıştır.

Günümüzde yaptığı çalışmaları “Sistemik Odaklı -Bütüncül Psikoterapi” olarak adlandırmaktadır.

Sistem dizimlerini tüm dünyada bilimsel formatta denetleyen ve eğitimin kriterlerini belirleyen tek yetkili kuruluş DGfS-Alman Sistem Dizimleri Birliği’nin, terapist eğitmenliği ve sistem dizimleri eğitimi yapabilme yetkisi verdiği sınırlı sayıdaki psikoterapistten birisi ve aynı zamanda Uluslararası Sistem Dizimleri Birliği’nin de (ISCA) kurucu üyelerindendir.

Almanya Sağlık Bakanlığı ve Berlin Sağlık Senatörlüğünden Approbation-(Psikoterapi Lisansı) ve Almanya Psikoterapi Derneği – DVP ve European Family Therapy Association – EFTA’nın onayları ile Avrupa Psikoterapi Birliği Europpean Association for Psychotherapy- (EAP)’dan ECP (Avrupa Psikoterapi Sertifikası) alabilen Türkiye’deki sadece dört uzmandan biridir.

Not: Yazı Mehmet Zararsızoğlu’nun sosyal medya hesabından alıntıdır…

Bir önceki yazımız olan Aşk Hormonu - Oksitosin Hormonu Nedir? başlıklı yazımızda Doğum, Hormon ve İnsanlar hakkında bilgiler verilmektedir.

ZİYARETÇİ YORUMLARI

Henüz yorum yapılmamış. İlk yorumu aşağıdaki form aracılığıyla siz yapabilirsiniz.

BİR YORUM YAZ