Her ailenin büyük bir sırrı vardır!
Yazar Defne Suman, yeni romanı ‘Yaz Sıcağı’nda okuyucuyu Büyükada’dan Kıbrıs’a uzanan bir aile serüvenine sürükleyerek aşkı, aileyi sorgulatıyor.
Romanınız bizi bir aile sırrının peşinden sürüklüyor. Her ailenin büyük bir sırrı var mıdır sizce?
-Bence vardır. Bu kitaptan önce, ‘Emanet Zaman’ romanımı yazarken bir yandan da psikolojik danışmanlık eğitimi alıyordum. Bu, Kanada’daki bir okulda internet üzerinden gerçekleştirilen üç yıllık bir program. Birinci sınıfı bitirme projesi olarak aile ağacımızı çıkarıyorduk. Ama öyle sadece aile fertlerinin isim ve doğum, ölüm yıllarını belirterek değil de her kişinin hikayesini öğrenerek. Kaç kuşak geriye gidebilirsen o kadar gitmen lazım. Ben de bu projeyi yaparken şunu fark ettim: Anne tarafımdan dedem hakkında çok konuşuluyor. O dedem ünlü felsefe profesörü Macit Gökberk ama baba tarafından dedem hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Bunca suskunluk bende “Muhakkak orada bir sır var” düşüncesini doğurdu.
Bu proje ne zamandı?
-2-3 sene önce. Halalarımla mülakat yaptım, dedem hakkında konuşmuyor ve konuyu kapatıyorlardı. Babaannem ile nasıl evlenmişler diye soruyordum, omuz silkiyorlardı. Çocuklar bir şeyi bilmiyorsa, -hele hele anne babalarının tanışma, evlilik hikayesini- orada bilinmemesi gereken bir şey olmuş ki anlatılmamıştır. Türkiye’de yaşayan ailelerde nasıl sır olmasın? Çok göç var, kayıp var, evini terk etmeler, çocuğunu kaybetmeler, din değiştirmeler ve bunlar sadece üç kuşak yukarıda, yani çok yakın. Romandaki kahramanım Melike, konu açıldığında “Havaya kalkan kaşlarınızdan, büzülen dudaklarınızdan, imalı suskunluklarınızdan ben o yasak soruyu asla telaffuz etmemem gerektiğini on bir yaşında öğrenmiştim” diyor. Sırlar suskunluklar içinde paylaşılır.
Siz kendi sırrınızı bulabildiniz mi?
-Henüz değil ama aklımın bir köşesinde duruyor, bir ara Malatya’ya gidip araştırmak istiyorum. Oradan da bir kitap çıkar belki.
Melike’nin hikâyesi nasıl canlandı zihninizde?
-Melike’yle ilişkim neredeyse ruh çağırma seansı gibi bir şeydi. Ben genelde yeni bir hikâyeye başlayacağım zaman tek bir imgeden yola çıkıyorum. Hayalimde uyanan bir resmin üzerinden gidiyorum; sonradan o resmi kullandığım da oluyor, unuttuğum da. ‘Yaz Sıcağı’nın ilk yazma anında da öyle oldu: Sabahın alacasında sokakta yürüyen bir kadın gördüm, peşinden küçük bir bavul sürüklüyordu. Uzaktan bir vapur düdüğü duyuldu. Kadının ilk vapura yetişmek üzere Büyükada’daki evini terk ettiğini anladım.
Bu sefer de Rumları anlatan bir hikâye yazdınız. Bunda eşinizin Yunan olmasının etkisi var mıdır?
-Herhalde vardır. Öte yandan Türkiyeli Rumlara merakım çocukluğuma uzanır. Ben Büyükada’da büyüdüm ve Büyükada’da 1970’lerin sonunu hatırlayacak bir yaştayım. O zamanlar Kıbrıs olaylarına rağmen hâlâ Büyükada’da bir Rum nüfusu vardı. Onlara dair her şey çok ilgimi çekerdi. İskelede kahvede oturan ufak tefek yaşlı kadınların kendi aralarında konuştukları dilleri, isimleri, okulları, adanın tepesindeki terk edilmiş yetimhaneleri. Çocuk aklımla şunu hissederdim: Bu şehirde bir zamanlar başka bir dünya varmış, ben sonuna yetiştim. Çünkü tüm Rumlar yaşlıydı. Yaşıtım Rum arkadaşım yoktu mesela. Gençler çoktan Atina’ya göçmüştü. Sonuna yetiştiğim o kozmopolit şehirde yaşam nasıldı acaba diye merak ederdim, Rumların hayatı nasıldır, bir günü nasıl geçirirler, neye gülerler, neye üzülürler… Bence benim Yunan bir koca bulmamım sebebi de bu merakımdı.
Romanınızı siz nasıl tanımlarsınız?
– ‘Yaz Sıcağı’, bir kavuşma öyküsü. En temel hatlarıyla bir babayla kızının buluşması. Daha ince damarlarına inecek olursak insanın kendisiyle, bugünün tarihle, bölünen toprakların birbirleriyle buluşma hikâyesi de diyebiliriz. İki zamanlı bir kurgusu var. Temel kurgu 2003 yazında geçiyor ama arkadan akan bir de1970’ler Türkiyesi var. Hikaye zaman içinde gitmeli gelmeli anlatılıyor. Bu da geçmişle geleceğin kavuşmasını temsil ediyor. Kıbrıs bölümleriyle ilgili olarak benim en çok ilgilendiğim konu 1974 savaşı sırasındaki tecavüzlerdi. Araştırma yaparken çok acı hikâyeler duydum. Çocuk yaşta kızlara edilen zulmü dinlemek insanı perişan ediyor. Ama beni daha çok çarpan tecavüze uğrayan bazı kızların ailelerinin daha sonra onları korumak, kollamak yerine bir an önce adadan uzaklaştırmak istemeleri oldu. Bir çoğu İngiltere’ye, Türkiye’ye, Yunanistan’a gönderiliyor, kalanlar çabucak yaşlı adamlarla evlendiriliyor. Bugün bile bu konuda çok az kadın ağzını açıp da konuşma cesaretini gösteriyor.
Araştırma için Kıbrıs’a gittiniz mi?
-Evet, elbette. İki tarafa da gittim. Güneyde kaldığım günlerde sokakta, kahvede defterime harıl harıl not aldığımı gören insanlar merak edip, yanıma yaklaştı. Roman yazdığımı söyleyince, “Aaa Türkmüş, gelin gelin” diyerek yaşlı adamlar masamın etrafına toplanıp anılarını anlatmaya koyuldu. Kıbrıs’la ilgili yazmanın acı tarafı, bu dramı yaşamış insanların hâlâ hayatta olmasıydı. İki taraftan da tanıklıkları dinledim.
Kitaptaki odak konulardan biri, dediğiniz gibi, baba-kız ilişkisi. Sizin babanızla nasıl bir ilişkiniz oldu?
-Benim babam da ben küçükken beni ve annemi bıraktı. İlk anılarımda babam daima eksik. Daha sonra her ikisi de yeniden evlendi. Aradan 30 yıl geçtikten sonra da babam intihar etti. Silahla kendini vurdu.
Başınız sağ olsun, çok üzüldüm.
-Teşekkür ederim. Ve bu, 2012’de oldu, henüz yeni. Bu ani ve şiddetli kaybın üzerimdeki etkisini henüz tastamam hissedemiyorum. Bu kitapta da sanırım babamı kaybettiğimi kabullenip acısıyla yüzleşmeye başladım. Bir nevi hesaplaşmaya giriştim.
Sosyoloji okumuş biri olarak, Türkiye’deki baba-kız ilişkilerini nasıl yorumlarsınız?
-Doğrusu bu çok iyi bildiğim bir konu değil. Ve bilmememin nedeni de kendi babamla ilişkimin kopuk olmasıydı. Ben baba denen varlığı da baba-kız arasındaki bağı da çok iyi anlayamadım. Dediğim gibi baba olgusunun yüreğimde ve zihnimde yer edeceği yaşlarımda biz annemle evde yalnızdık. Daha sonra, ilk gençliğimde babamı yeni bir dostu tanır gibi tanıdım ve çok sevdim ama hâlâ “Babama aşığım” diyenler, bana inanılmaz sahte geliyor. Sahte değiller elbette, muhakkak içten bir sevgi duyuyorlar. Benim zihnimdeyse o bağın bulunması gereken oda boş, o yüzden kızların bu baba aşkını kavrayamıyorum. Ama bir sosyolog olarak şunu biliyorum: Eğer ki kadın o bağı içinde iyileştirilemezse, gerçek hayatta veya zihinde o eksiklik diğer bütün erkeklerle ilişkisini etkiliyor, o yarayı herkese taşıyor. Romandaki karakterimiz Melike’nin yaptığı tam da bu aslında. Bir de kız evlatların kendilerini babalarından özgürleştirmeleri gerektiğine inanıyorum. Seçimlerini yaparken babanın onayını beklemekten de, eşlerinde babayı aramayı bırakıp, sağlam bireyler olarak ayakta durmalarını savunuyorum.
DEFNE SUMAN KİMDİR?
Boğaziçi Üniversitesi’nde Sosyololji Yüksek Lisans programı mezunu.
2003 yılından beri dört kıtada seyahat ederek yoga öğreniyor, öğrendiğimi öğretiyor ve yogalı hayatını yazarak yaşıyor.
Hinditstan’da bir aşramda, Kuzey Tayland’da Vippasana tarzı meditasyonun öğretildiği Budist manastırlarında kaldı.
Amerika’daki ilk zamanlarda değerli hocaların yanında tam zamanlı staj yaptı. Farklı yoga stilllerini öğrendiği iki yıl boyunca çıraklık ettiği hocalardan yogayı öğretmenin inceliklerini seyretti. Bu süre zarfında Yoga felsefesi, asanaların enerji bedene etkisi, Ayurveda ve Hatha Yoga metinleri ile ilgilenmeye başladı.
2007 yılında Shadow Yoga’nın yaratıcısı Zhander Remete ile tanıştı. 2009 yılında Zhander Remete ile eşi Emma Balnaves’in yürüttükleri üç yıllık Shadow Yoga hocalık eğitimi programına kabul edildi. 3 yılın sonunda 2012 yılının Mayıs ayında bu programdan mezun oldu ve Shadow Yoga sistemini Türkiye’de öğreten ilk hoca oldu. Şu anda İstanbul ve Portland’da Shadow Yoga dersi vermeye devam ediyor.
Defne Suman’ın yoga, toplum ve hayata dair deneme yazılarının toplandığı Mavi Orman ile ilk romanı olan Saklambaç Kuraldışı Yayınları tarafından basıldı.
Tarihi bir roman olan Emanet Zaman ise hem Yunanistan’da hem de Türkiye’de 2016 yılının Mart ayında çıktı. Eski İzmir’deki yaşamı ve yıkımı konu alan Emanet Zaman Türkiye’de Doğan Kitap tarafından basıldı.
Geçtiğimiz ay piyasaya çıkan Yaz Sıcağı adlı romanı da sürükleyici kurgusu ve samimi karakterleri ile kısa sürde çok satanlar listesindeki yerini aldı.
(İpek İzci- Hürriyet)
Bir önceki yazımız olan Tülin Şahin: "Türk Kadını Çok İyi Giyiniyor" başlıklı yazımızı da okumanızı öneririz.